ATATÜRK VE TÜRKİYE’DE MODERN ARKEOLOJİNİN DOĞUŞU

Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alabilir. (Mustafa Kemal ATATÜRK)

GİRİŞ:
*
Mezopotamya, Mısır, Yunan, Roma gibi birçok uygarlığın beşiği olan “uygarlıklar ülkesi Anadolu” Avrupalı gezginlerin dikkatini çok erken yıllardan itibaren çekmiştir.

Osmanlı Devleti’nin bu alandaki vurdumduymazlığı onları bu topraklarda çok etkin kılmış, başkent İstanbul’dan fermanı kapan Avrupalı müze ajanları çok geçmeden kazmaları ellerinde yarımadanın dört bir yanına dağılmış ve bunun sonucunda da birçok eser gemilerle başta Londra olmak üzere birçok yere kaçırılmış, yağmalar birbiri ardına sürüp gitmiştir.
* Modern Türkiye arkeolojisinin temelleri Cumhuriyet Dönemi’nde ATATÜRK tarafından atılmıştır.
O’nun 1931 yılında Konya’dan Başbakan İsmet İNÖNÜ’ye çektiği telgraf, bu yönde atılmış en önemli adımdır. Ulu Önder telgrafında şunları söyler: “Memleketimizin her tarafında emsalsiz defineler halinde yatmakta olan kadim medeniyet eserlerinin ileride tarafımızdan meydana çıkarılarak ilmi bir surette muhafaza ve tasnifleri ve geçen devirlerin sürekli ihmali yüzünden pek harap hale gelmiş olan abidelerin muhafazaları için müze müdürlüklerine ve hafriyat işlerinde kullanılmak üzere arkeoloji mütehassıslarına kat’i lüzum vardır.

* Bu amacı gerçekleştirmek için aynı yıl yani 1931’de ATATÜRK’ün girişimleri, maddi ve manevi destekleri ile Türk Tarih Kurumu ve bundan dört yıl sonra da genç arkeologları yetiştirecek olan Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kurulmuştur. Bunu İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin Arkeoloji Kürsüsü ve Enstitüsü izlemiştir.
Arkeoloji eğitimi için yurt dışına çok sayıda öğrenci gönderilmiştir.
Nazi Almanya’sından kaçan bilim adamlarına kucak açılarak arkeoloji biliminin gelişmesi sağlanmıştır.
1932’de ise Türk tarihinin en eski çağlara dayandığını ve Türk dilinin dünya üzerindeki en eski dillerden birisi olduğunu ortaya koyacak bilimsel çalışmalar yapmak ve bunları dünyaya ilan etmek için Türk Dil Kurumu kurulmuştur. 

OSMANLI DÖNEMİNDE ARKEOLOJİ:
Bugün en basit anlamda “Kazı Bilimi” olarak tanımlanan arkeoloji, eski Yunanca’da arkhaios=eski, logos=bilim kelimelerinden ortaya çıkan “Eskinin Bilimi” olarak tanımlansa da, bunun “geçmişin bilinmesi ve günümüzün anlaşılması” olarak tanımlamak daha doğru olacaktır diye düşünüyorum.
Çünkü Prof.Dr.Mehmet ÖZDOĞAN’ın belirttiği gibi “Avrupalılar, Rönesans’ın getirmiş olduğu yeni düşünceler yardımı ile Orta çağ karanlığı öncesinde görkemli bir Avrupa olup olmadığını, Tevrat ve İncil’de geçen yerlerin var olup olmadığını, Roma ve Germen İmparatorluğu’ndan ayrılan halkların, daha önce ulus halinde var olup olmadığı üzerine düşünmeye başlamışlardı”.
15 ve 16.yüzyıllarda daha çok eski yapıt koleksiyonculuğu şeklinde başlayan kazılar bu düşüncelerin ortaya çıkması ile 19.yüzyılda bir bilim olan arkeolojinin doğmasına yol açmıştır. Ancak bugün bile kazılarda elde edilen bulgu ve buluntuların politik amaçlarla kullanılarak gerçeklerden uzak bir şekilde yorumlanması ve dolayısı ile tarihin çarpıtılması söz konusudur.

Dünya’da oluşan arkeoloji algısı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun toprakları önem kazanmaya başlamıştır. Osmanlı’nın arkeolojiye karşı duyarsızlığı yabancı bilim adamları ve mezar soyguncuları için büyük bir fırsat oluşturmuş ve diğer devletler Osmanlı toprakları üzerinde izinli kazılar yapmaya başlamışlardır. Bu kazıların hemen hepsi bulunacak eserleri yurtdışına kaçırma amacı ile yapılmıştır.
Bir Alman tüccar olan Heinrich SCHLIEMANN tarafından 1870-1890 tarihleri arasında yapılan Truva kazıları, 1858-1859 yıllarında İngiliz Sir Charles Thomas NEWTON tarafından yapılan Knidos kazıları, 1870 yılında Alman mühendis Carl HUMANN tarafından yapılan Pergamon Antik Kenti kazıları, arkeolojik hırsızlıklara verilebilecek en güzel örneklerdendir.

1869 yılında yayımlanan ancak 1874 yılında genel kabul gören Asar-ı Atika Kanunu söz konusu yağmanın önüne geçemediği gibi arkeolojik hırsızlığın daha da artmasına neden olmuştur. Kaplumbağa Terbiyecisi tablosu ile bilinen ve ilk profesyonel arkeolog olarak tanımlanan Osman Hamdi Bey’in atandığı görevlerdeki çabaları da arkeolojinin hak ettiği değeri görmesini sağlayamamıştır.
Aynı şekilde kazı yapabilen ve eski eserleri tanıyabilen bilim adamları yetiştirmek için 1875 yılında Asar-ı Atika Mektebi açılmak istenmişse de bu gerçekleşmemiştir.

ATATÜRK’ÜN ARKEOLOJİ’YE OLAN İLGİSİ:
“Toprağın üstündekilere ne kadar sahip çıkıyorsak altındakilere de o kadar sahip çıkmalıyız” diyen Ulu Önder’in tarihe olan merakı ve bu alandaki geniş bilgisi herkes tarafından bilinmektedir. Askeri okul yıllarından itibaren bu alanda kendini yetiştiren ve geliştiren Mustafa Kemal, doğal olarak tarih ile birlikte arkeoloji alanında da araştırmalar yapmış ve buradan elde ettiği bilgileri zekâsı ile birleştirerek bir deha olarak ortaya çıkmıştır.
Buna bir örnek vermek gerekirse..

Bilindiği gibi Truva klasik anlama ve nedeninden bağımsız olarak bir Doğu-Batı savaşıdır.
Bir ticaret merkezi olan Truva ilk olarak Akhalılar ile Truvalılar arasında geçtiğini Homeros’un İlyada ve Odyseus destanlarından öğrendiğimiz savaşa sahne olur. Bu savaş dünya tarihini politik, sanat, edebiyat ve dini anlamda etkilemiştir. Kentin özel konumu ve tarihi, bir zaman sonra Doğu ile Batı arasında kültürel ve siyasal çatışmaların yaşandığı bir yer haline gelmiştir.
– Doğuda güçlü bir imparatorluk haline gelen Persler DÖ 480 yılında Yunanistan’ı fethetmek için büyük bir ordu ile Çanakkale Boğazı’nı geçmişler ve Pers İmparatoru Ksersek Truva’yı ziyaret ederek Athena Tapınağı’na kurbanlar sunmuştur.
– Doğu’nun Batı’ya karşı düzenlediği bu seferin intikamını almak isteyen Büyük İskender ise DÖ 334’de Doğu Seferi’ne çıkmış ve Truva’yı ziyaret etmiştir.
– Tarih bilgisini arkeoloji ile birleştiren Mustafa Kemal1915 Çanakkale Muharebeleri öncesinde Gelibolu yarımadasını detaylı olarak incelemiş, yaptığı incelemeleri sırasında Batılıların Doğu’yu bir kez daha ele geçirme planlarının Anadolu üzerinden değil Gelibolu üzerinden olacağına kanaat getirdiği için Büyük İskender’in seferini en ince ayrıntısına kadar incelemiştir.
– Her iki harekatta kullanılan alanları gezerek tetkik eden Mustafa Kemal, Ksersek’in Sestos ile Anadolu yakasında bulunan Abidos arasında 674 gemisi ile Boğaz’da ilk köprüyü yaparak ordusunu karşıya geçirmiş olmasından dolayı Sestos’u özel olarak incelemiş ve Morto Koyu’ndan aynı Büyük İskender’in yaptığı gibi (ancak daha küçük bir tekneyle) karşıya Anadolu kıyılarına çıkarak bu harekatın detaylarını çözmeye çalışmıştır.
– Coğrafyanın değişmediğini ve dolayısı ile bir askeri harekatın değişen silah sistemlerine rağmen aynı güzergahı izleme durumunda olacak düşmana karşı planlar geliştiren Mustafa Kemal’e “Anafartalar Kahramanı” unvanını getiren özelliği olasıdır ki O’nun arkeoloji bilgisini askeri zekâsı ile birleştirmesinin bir sonucudur.
CUMHURİYET DÖNEMİ’NDE ARKEOLOJİ ALANINDA YAPILANLAR:
ATATÜRK, yeni devletin güçlenebilmesi için geçmişini bilmesi gerektiğine inanmış ve buradan hareketle tarih ve arkeolojinin birer bilim dalı olarak Türkiye Cumhuriyeti’nde kurulmasını sağlamıştır. Bu kapsamda yapılan çalışmalar şu şekilde özetlenebilir:
– Daha Kurtuluş Savaşı devam ederken TBMM’nin açılışından sonra 9 Mayıs 1920 tarihinde teşkil edilen hükümette yer alan Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak Türk Asar-ı Atika (Eski Eserler) Müdürlüğü kurulmuştur.
Bu müdürlüğün görevleri olarak “her türlü kültür eserlerinin ve belgelerinin toplattırılması, bunların müze, kütüphane ve arşivlerde korunmaya alınması, bilimsel yönden değerlendirilmesi, depolanmış arkeolojik eserler için yeni müzelerin açılması, eski müzelerin çağdaşlaştırılması” olarak belirlenmiştir.
Bu müdürlüğün Kültür Bakanlığı’na değil de Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak hayata geçirilmesi ile yine Ulu Önder’in uzak görüşlülüğü sayesinde bugün yaşanmakta olan eğitimin kültürden ayrılmasının, bunların bir gelir kapısı haline getirilmesinin, kültürün turizm ile anılmaya başlanmasının ve bu şekilde kültüre sadece turistik açıdan bakan bir anlayışın önüne geçilmesinin engellenmesi amaçlanmıştır.
Bu müdürlük bir yıl sonra Hars (Kültür) Müdürlüğüne dönüştürülerek kadrosu genişletilmiş, eski eserlerle birlikte kütüphaneler ve güzel sanatlara ilişkin görevler de bu müdürlüğe verilmiştir.
– Yurt dışına arkeoloji öğrenimi için öğrenciler gönderilmiştir. Seçimlerin sınavla yapılmış olması yeni hukuk devletinin eşitlikçi yaklaşımının da bir göstergesidir. ATATÜRK’ün “Sizi bir kıvılcım olarak gönderiyorum. Dönüşünüzde birer meşale olacaksınız” dediği bu gençlerden arkeolojinin gelişmesine katkı sağlayan bilim insanlarına örnek olarak Ekrem AKURGAL, Afet İNAN, Rüstem DUYURAN, Sedat ALP, Afif ERZEN, Jale İNAN, Suat Yakup BAYDUR ve Remzi Oğuz ARIK’ı verebiliriz.
– Cumhuriyet Dönemi’nde TBMM’de çıkarılan Müzeler ve Rasathane Teşkilatı Kanunu, Müzelerle Ören Yerlerini Ziyaret Edeceklerden Alınacak Ücretler Hakkında Kanun, Ecnebi Memleketlere Gönderilecek Talebe Hakkında Kanun gibi yasal düzenlemeler doğrudan arkeoloji ile ilgili olmuştur.
– Hilafetin kaldırılması Kanunu’nun 9.maddesinde Osmanlı hanedanından kalan tüm taşınmazların ve eserlerin Türk milletine ait olduğu belirtilmiştir.
– Türk Ceza Kanunu’nda yapılan düzenleme ile mezar soyguncuları hakkında yasal işlem yapılacağı hükme bağlanmıştır.
İlk arkeolojik kazılar ATATÜRK’ün önderliğinde Ahlatlıbel’de başlatılmıştır ve kendisi bu kazılara maddi destek de vermiştir. Bu kazıların ilginç özelliği ise, başlangıcından itibaren bir yıl boyunca bir ilerleme kaydedilemeyen kazıların, ATATÜRK’ün bizzat işaret ettiği bölgeye kaydırılması ile asıl arkeolojik alana ulaşılmış olmasıdır.
Bundan başka;
Türk arkeologlar tarafından Gazi Orman Fidanlığı, Karalar, Göllüdağ, Trakya höyükleri, Eti Yokuşu, Karaoğlan ve Pazarlı kazıları; yabancı arkeologlar tarafından da Kültepe, Arslantepe, Alişar, Boğazköy, Truva, Gözlükule, Kumtepe, Kusura, Sultan Ahmet ve Gavurkale kazıları ya başlatılmış ya da Osmanlı döneminde yarım kalan kazılar devam ettirilmiştir.
– 3 Nisan 1924 tarihinde Topkapı Sarayı müzeye dönüştürülmüştür. Bu müze, Cumhuriyet Dönemi’ne ait ilk müzedir.
ATATÜRK’ün ölümüne kadar 20’ye yakın müze açılmıştır. Bunların bazıları; 1922 yılında Türk İslam Eserleri Müzesi, 1923 yılında Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Edirne Müzesi ve Antalya Müzesi; 1924 yılında Adana Müzesi ve Bergama Müzesi; 1925 yılında Ankara Etnografya Müzesi; 1934 yılında Ayasofya Müzesi ve 1937 yılında İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’dir.
– 1925 yılında Trük Antropoloji Araştırmalar Merkezi açılmıştır.
– Türk milleti hakkındaki araştırmaların Türk insanı tarafından yapılması amacı ile 9 Ocak 1936 tarihinde Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi açılmıştır. Bu fakültenin adı ve yeri bizzat ATATÜRK tarafından belirlenmiş, binanın inşası için yurt dışından bilim inşaları getirtilmiş, kendisi tarafından binanın inşa çalışmalarına nezaret edilmiş, balkon ve salonlar inşaata ilave ettirilmiştir.
– 15 Nisan 1931’de kapatılan Türk Ocakları’nın yerine Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kurulmuş, bu kurumun adı ATATÜRK tarafından 1935 yılında Türk Tarih Kurumu olarak değiştirilmiştir. Kurumun yeni adı ile ilk görevi, liseler için tarih ders kitabı hazırlamak olmuştur. ATATÜRK, mirasının yarısını bu kuruma bağışlamıştır.
– 1935 yılında ATATÜRK’ün emri ile Alacahöyük kazıları başlamıştır (Yukarıdaki resimde O’nun Alacahöyük kazılarını ziyareti görülmektedir) ve bu kazılara kendi cebinden verdiği 3.000 lira ile destek olmuştur.
“Türk Tarih Kurumu’nun Alacahöyük’te yaptığı kazılar neticesinde meydana çıkarttığı 5.500 senelik maddi Türk tarih belgeleri, cihan kültür tarihini yeni baştan tetkik ve tamik ettirecek mahiyettedir” diyerek, konunun önemine vurgu yapmış ve elde edilen sonuçlardan duyduğu mutluluğu ifade etmiştir.

– İlki 2-11 Temmuz 1932’de olmak üzere Türk Tarih Kongreleri düzenlenmiştir. ATATÜRK birinci kongre ile 20-25 Eylül 1937 tarihleri arasında düzenlenen ikinci kongreye bizzat katılmıştır. Bu kongreler halen devam etmektedir.
ALBERT EINSTEIN’IN MEKTUBU:
Nazi Almanya’sından kaçan Musevi bilim insanlarının kaçtığı yer Anadolu toprakları ve ATATÜRK’ün kurduğu yeni ve aydın Türkiye Cumhuriyeti olmuştur.
Bu kapsamda Albert EINSTEIN, ATATÜRK’e 17 Eylül 1933 tarihli bir mektup yazarak bu bilim insanlarına sahip çıkılmasını istemiştir. Mektubun başlangıç kısmı şöyledir:
Ekselansları,
Dünya Birliği “OZE”nin saygın Başkanı olarak, Almanya’dan 40 profesör ile doktorun bilimsel ve tıbbi çalışmalarına Türkiye’de devam etmelerine izin vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından rica ediyorum. Sözü edilen kişiler, Almanya’da halen yürürlükte olan yasalar nedeniyle mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş tecrübe, bilgi ve ilmi liyakat sahibi bulunan bu kişiler, yeni bir ülkede yaşadıkları taktirde son derece faydalı olabileceklerini ispat edebilirler.
Ekselanslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğum tecrübe sahibi uzman ve seçkin akademisyen olan bu 40 kişi, birliğimize yapılan çok sayıda başvuru arasından seçilmişlerdir. Bu ilim adamları, hükümetinizin talimatları doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde hiçbir karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler.
Bu başvuruya destek vermek maksadıyla hükümetinizin talebi kabul etmesi halinde sadece yüksek seviyede bir insani faaliyette bulunmuş olmayacağını, aynı zamanda bunun ülkenize de kazanç getireceği ümidimi de rahatlıkla ifade edebilirim.
Sadık hizmetkarınız olmaktan onur duyarım.
Prof.Albert EINSTEIN.
Mektup İsmet İNÖNÜ tarafından incelendikten sonra Eğitim Bakanlığı’na iletilmiş ve bakanlık tarafından “Bugünkü şartlara göre kabul edilmesine imkân yoktur” şerhi ile reddedilmiştir. Ancak ATATÜRK’ün devreye girmesi ile kısa süre sonra çok sayıda bilim insanının ülkemize gelmesi sağlanmıştır.
SONUÇ:
ATATÜRK, Fuat KÖPRÜLÜ’nün 1923’te yayınladığı “Türk Tarihi” adlı eserini okuduktan sonra kendisine hitaben yazdığı mektubunu “……….. müteakip kitaplarınızın intişarına intizar ederim efendim” diye bitirir. Atatürk’ün kendi eli ile kaleme aldığı bu mektubu “efendim” hitabıyla bitirmesi, O’nun bilime ve bilim insanlarına verdiği değeri en iyi şekilde göstermesi bakımından son derece dikkat çekicidir.
Kurduğu yeni bir ülke ve devlet için tarih bilinci oluşturmaya çalışan Ulu Önder, bu çabaların gerçekçi bir zeminde yapılması gerektiğini de “Her şeyden evvel kendinizin dikkat ve itina ile seçeceğiniz vesikalara dayanınız. Bu vesikalar üzerinde yapacağını tetkiklerde her şeyden ve herkesten evvel kendi insiyatifinizi ve milli süzgecinizi kullanınız” diyerek ilim insanlarına da yol göstermiştir.
ATATÜRK’ün önderliği ile Cumhuriyet Dönemi’nde başlatılan ve yürütülen arkeolojik çalışmalar sonucunda, tıpkı Mezopotamya ve Mısır’da olduğu gibi Anadolu’nun da bir kültür merkezi olduğu ve uygarlıkların hemen hepsine beşiklik ettiği ortaya çıkmıştır.
Elde edilen bulgular, Anadolu ile Orta Asya’nın ortak bir kültüre sahip olabileceği düşüncesini yaratmıştır. Bugün de yapılan her yeni kazıda ele geçen bulgular ile bu düşünce kuvvetlenmekte ve bu eşsiz öngörülü insanın daha 1930’larda söylediği Anadolu en az yedi bin yıllık Türk beşiğidir sözü kanıtlanmaktadır.