GÖBEKLİ TEPE-24: ORTA ASYA’DAN GÖBEKLİ TEPE’YE

Merhabalar,
Gerek “Her Yönü ile Göbekli Tepe” adlı kitabımı okuyanlar gerekse de konferansıma katılanların hatırlayacağı gibi Göbekli Tepe medeniyet, inşaat, sanat, toplumsal organizasyon ve inanç konularında Mezopotamya bölgesinde o güne kadar bölgede (ve bazı özellikleri ile de dünyada) karşılaşılmayan özellikleri bize sunmaktadır.
Söz konusu konulardaki yüksek uygarlık Göbekli Tepe’nin ilk yapılmaya başlandığı dönemde ortaya çıktığı için Göbekli Tepe bölgesinde geliştirilmiş olması mümkün değildir. Dolayısı ile;
– Yapıların oluşturulmasında karşımıza çıkan matematik ve fizik bilgilerinin, inşaat teknolojisinin;
– Yaklaşık 2.000 yıl boyunca 15-20 kişiden oluşan avcı-toplayıcı topluluklarından yüzlercesini bir araya getiren, yöneten ve yapıların bir düzen içinde yapılmasını sağlayan toplumsal organizasyon yetkinliğinin;
– Çağında yapılan diğer örneklerle karşılaştırma bağlamında Rönesans dönemindeki sıçramaya benzer şekildeki sanatsal yeteneklerin;
– İlk defa ortaya çıkan ve “insanlık tarihinin bilinen ne eski tapınağı” unvanına sahip olmasını sağlayan inanç göstergelerinin
Neolitik çağdan daha öncelerinde bu bölge dışında bir yerlerde geliştirilmiş ve Göbekli Tepe’nin de merkezinde yer aldığı Kuzey Mezopotamya’ya ve devamında da Bereketli Hilal Bölgesi’ne taşınmış olması mantıksız ve dayanaktan yoksun değildir.
Peki bu uygarlığa sahip olanlar ve dolayısı ile Göbekli Tepe’yi inşa edenler kimler olabilir?
ORTA ASYA’DAKİ TÜRK VARLIĞI
* Orta Asya’da, yani Türklerin atayurdu olduğuna Avrupa tarafından da inanılan coğrafyada ancak Avrupa’nın kabul ettirmeye çalıştığı tarihten çok daha önceleri derin bir Ön Türk kültür varlığına işaret eder.
Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK, yüksek tarih bilinciyle, gerçek tarihi kurgu tarihi yazanların elinden kurtulması gerektiğini, Türk dili ve tarihinin gün ışığına çıkarılmasını istiyordu. Bu maksatla kurduğu kurumlardan birisi olan Türk Tarih Kurumu Başkanlarından Hasan Cemil ÇAMLIBEL şunları söylüyor:
(ATATÜRK’ü kastederek) Ege medeniyetini iyi biliyordu. Yeni arkeoloji, filoloji, antropoloji keşiflerini, vesikalarını, Batı bilginlerinin ciltlerce son eserlerini incelemişti. Ege medeniyeti O’nun için bir dava, medeniyetin menşei davası, bir Türklük davası olmuştu. “Bugün artık Yunan mucizesi diye bir hakikat kalmamıştır. Medeniyetin ilk beşiği Orta Asya’dır”.
Ancak Ulu Önder’in ölümünden sonra tüm bu çalışmalar sonlandırılmış, okutulan gerçek tarih kitapları yok edilmiş, müfredat değiştirilmiş ve kurgu tarih beyinlerimize kazılmaya başlanmıştır.
O zaman bize düşen görev bu gerçekleri yeniden ortaya koymaktır.

Şimdi de bu konuda araştırma yapmış ve tarihi “gerçek” bir şekilde yazan tarihçilerimize kulak verelim.
* Prof.Dr.Mümin KÖKSOY “Yer Bilimlerinin Katkısıyla Nuh Tufanı ve Sümerlerin Kökeni” adlı eserinde şu hususları dile getiriyor:
– Yerkürenin geçirmiş olduğu en son buzul çağı günümüzden 3 milyon yıl önce başlayıp 10 bin yıl önce en küçük düzeye indiği bilinen 4.zaman (Kuvaterner) buzul dönemidir.
– Son Buzul Çağı’nda Avrasya’nın kuzey yarısı tamamıyla Kuzey Buzul Kıtası tarafından örtülmüştür. Doğu-batı yönünde uzanan Alp-Himalaya dağ kuşağı yer yer bazı kesintiler olmakla beraber dağ buzulları ile kaplanmıştır.
– Türk Dünyası’nı ilgilendiren Orta Avrasya, Kuzey Buzul Kıtası ile Alp-Himalaya dağ buzulları arasında kalmaktadır. Ancak Orta Avrasya kuzeydoğu-güneybatı yönlü ikinci bir dağ kuşağını oluşturan Tanrı ve Altay dağları buzulları ile ikiye bölünmüştür. Böylece Tanrı ve Altay dağları ve buzulları, Türkistan coğrafyasını “Doğu Türkistan” ve “Batı Türkistan” diye ikiye bölmüş durumdadır.
Türk topluluklarını oluşturan halkın yaklaşık 20 bin yıl önceki ataları Orta Asya’da ortalama atmosferik sıcaklığın günümüzdekinden yaklaşık 5 derece daha düşük, etrafı buzullarla çevrili Orta Asya’nın iç bölgelerinde çok sayıda büyüklü küçüklü, soğuk Tatlısu göllerinin bulunduğu böyle bir coğrafyada yaşam mücadelesi vermişlerdir.
– O günlerden bugünlere nasıl gelindiğini daha iyi anlayabilmek için önce Hazar ve Aral göllerinin ve sonra bu göller ile Tanrı dağları arasında yer alan “Turan Ovası”nın paleocoğrafik evrimini ve bunların o bölge insanları üzerindeki muhtemel etkilerini daha yakından incelemek gerekir.
– Son buzul çağının 20 bin yıl öncesindeki ana ısınma dönemimde buzullar hızla çözülmeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak Karadeniz, Hazar ve Aral’ın kuzeyinde oluşan büyük buzul göllerinden taşan tatlısu buzul suları, büyük nehirler vasıtası ile Hazar Denizi ve Aral Gölü ile Karadeniz’e boşalıyorlardı. MÖ 12.500 yılına kadar devam eden bu buzul suları Aral Gölü’nü, Hazar Denizi’ni ve Karadeniz’i ağızlarına kadar doldurmuştur. Fazla gelen sular, göl ve denizleri birbirine bağlayan kanallardan taşarak Marmara ve Akdeniz’e boşalıyorlardı. Hazar Denizi, bugünkü doğu ve kuzey sahillerindeki alçak arazileri basmış, güneyden Aral Gölü ile birleşmiş ve böylece Karadeniz’in 1.5-2 misli büyüklüğünde, fakat oldukça sığ bir tatlısu gölüne dönüşmüştür.
Bir yandan kuzeyindeki buzul gölleri ve onları boşaltan Volga ve Tobal nehirleri ile, diğer yandan doğusunda Afganistan, Taciksitan ve Kırgızistan dağlarındaki kar ve buzullardan (Tanrıdağı buzulları) beslenen Amuderya (Ceyhun) ve Siri Derya (Seyhun) nehirleri, Hazar-Aral Tatlısu gölünü sürekli olarak beslemekteydiler. Hazar-Aral Tatlısu gölünün bugünkünden daha geniş bir araziye yayılması ve aynı zamanda çok sığ oluşu nedeniyle çevresinde oldukça ılıman bir iklim kuşağı oluşmuştu. Ayrıca Karadeniz ile Hazar Denizi’nin kuzey sahillerinden geçen yerkürenin “altın kuşağı”nın kuzey sınırlarını oluşturan 45 derecelik kuzey enleminden başlayarak 37 derecelik kuzey enlemine kadar inen bölgede, Akdeniz bölgesinin bereketli ılıman iklimine benzer bir iklim hüküm sürmekteydi.
– Bu coğrafya ve iklim şartları nedeniyle bölge, MÖ 12.500-6.200 yılları arasında meydana gelen “Younger Dryas” ve “Mini ice age” buzul dönemlerinde bile yaşanabilir bir habitat durumunu korumuştur.
– Neresinden bakılırsa bakılsın, Hazar-Aral Tatlısu gölü çevresi, özellikle Turan Ovası, her türlü yaşamın yeşermesine, insanların ve diğer varlıkların çoğalarak mutlu bir hayat sürmesine çok elverişli bir konumdaydı.
Şimdi de bu konuda, eserleriyle binlerce yıldır üstü örtülmüş gerçekleri gün ışığına çıkaran ve gözlerimizin önüne seren ve bizim, batının zorla dikte ettirmeye çalıştığı “kurgu” tarihten sıyrılarak “gerçek” tarihimize ulaşmamızı sağlayacak kapıları açan Kazım MİRŞAN’a kulak verelim.
Sevgili Prof.Dr.Necdet SÜMER’in “Atatürk’ün Özlediği Bilgin Kazım MİRŞAN’ı Okurken” adlı eserinde bizlerin daha rahat anlayabileceği bir şekilde ifade ettiği üzere Kazım MİRŞAN “Erken Türk Devletleri ve Türük Bil” adlı eserinde şunları söyler:
Kişi yaşamı, mekânda ve zamanda gelişim süreci ile devam eder. Bu süreç Erken Türklere ait başlangıcını Tamgal Sayı’nda görmekteyiz. Almatı’nın 160 km. kuzey-batısında, Acı Su Özeni’ne dökülen bu sayda dünyanın en eski resimleri (MÖ 30.000), piktogramları (MÖ 20.000) ve petroglifleri (MÖ 15.000) bulunuyor. Demek ki Tamgalar burada doğmuş; din, felsefe, teknoloji ve bilimin temelleri burada atılmış olmalı.
Sayın MİRŞAN, aynı eserinde bölgeyle ilgili paleantropolojik bulguların sonuçlarını J.S.WEINER’den alıntı yaparak şöyle aktarıyor:
Tamgalı Sayı üst paleolitik denen çağda (MÖ 44.000-12.000) yer almaktadır. Bunun en güzel delili Afganistan’daki aynı çağdaki Aurignacian Kültürü’ne ait Qara Qamar Qalası’dır. 34.000 yıl öncesine ait bu kültürün Doğu Anadolu ve Avrupa’ya da yayıldığını görmekteyiz. Aurignacian halkının batı Avrupa’daki fossil kalıntıları geniş alanlıdır; 30-20.000 yıl öncesine ait olan bu fossilleri Britain, Fransa, Çekoslovakya, Baltıktaki Stettin, İtalyadaki Barme Grande ve Romakya qalalarında görebilmekteyiz.
Türk Yurdu adlı dergisi ile yaptığı mülakatta da şunları anlatmaktadır Sayın MİRŞAN:
Erken Türkler dünyada bilinen medeniyetleri meydana getiren biricik millettir. Mesela yazıyı icat edenler Erken Türklerdir. Etrüskler puasulayı, sapanı Çinlilerden çok önce biliyorlardı.
– Türklerin bu bakımdan bugünkü medeniyetimize çok büyük katkıları olmuştur. Örnek olarak kağıdın mucidi Türklerdir. Buna göre matbaanın mucidinin Türkler olduğu ileri sürülebilir.
– Türkler konuşmaya başladıkları günden beri yazı da yazmaya başlamış bir millettir. Yeryüzünde Türkler kadar çok eski eserler bırakmış olan diğer bir millet bilinmiyor. Buna göre, biz Türk dilinin geçirdiği gelişim safhalarını bu eserler sayesinde takip edebilmekteyiz. Ancak batılıların Türk yazıtlarının çoğunu okuyamamış olmaları, pek çoğunu da yanlış okumuş ve yorumlamış ve temelsiz kabullere dayanmış olmaları sonucunda, Türk tarihi bir keşmekeş hale gelmiş bulunuyor.
Son olarak da Prof.Dr.Semih GÜNERİ’nin “Türk-Altay Kuramı” adlı kitabından alıntılar yapalım:
– Klasik Türk Döneminden başlayarak tarihin erken evrelerine doğru izlediğimiz maddi kültür belgeleri bizi zaman olarak Neolitik çağlara, mekan olarak ise batıda Yenisey vadisi, kuzeyde – Angara nehri, doğuda ulu Lena ve güneyde Baykal gölü ile çevrelenen, içinde mikro-klima dar çevreler içeren izole hayat alanlarıdır. Biz bu daraltılmış coğrafyayı Yenisey-Lena hayat alanları diye tanımlıyoruz.
Türk dili konuşan halkların dünyaya yayılmadan önceki en eski yurtlarıdır bu topraklar.
– Neolitik çağ öncesinde tüm dünyaya yayılan göçlerin merkezi Yenisey-Lena idi. Türkçe konuşan halklar anayurt Yenise-Lena’da doğdu. Sayan-Altay’da büyüdü ve gelişti.
– Türkçe’nin en arkaik biçimini konuşan halkların anayurdu kabul edilen Yenisey-Lena hayat alanları kuzeyde Angara nehri kıyıları ve güneyde Baykal gölü arasındaki alanlardır.
– Yenisey-Lena havzasının doğu ve güneydoğu bölümlerini oluşturan Baykal gölü kıyıları başta olmak üzere, Yenisey’in iki kolundan birini teşkil eden Angara nehrinin kuzey ve güney bölgelerinde tespit edilen buluntu yerleriyle ilgili polen analizleri ve C14 testleri sonuçları MÖ 40.000’lerden itibaren yerleşimlerin canlı varlığına işaret eder.
– Baykal bölgesinin günümüz yerli halkları bu bölgede Üst Paleolitik Çağ (MÖ 44-11.000)’dan beri yaşam sürmektedir.
Baykal bölgesi, Türkçe konuşan halkların en eski yurdudur. Baykal insan popülasyonu MÖ 44.000’lerden itibaren yaşadıkları alanlardaki en belirgin arkeolojik izleri Lena kıyılarındaki kaya resimleridir. Bölgenin hemen her noktasının petrogliflerini çalışan A.P.Oklannikov’a göre “mezolitik çağlardan, ama daha da muhtemel erken Neolitik çağlardan” itibaren işlenen ve Klasik Türk Dönemi’nin Kurıkanlar’ına uzanan zaman dilimine ait tasvirler bulunmaktadır.
– Lena kaya resimleri bölgesindeki mevcut potansiyel Türk halklarının bölgedeki devamlılığını sorgulamaya başlamak için fazlasıyla yeterli gözüküyor.
Altaylar kültür coğrafyasında da MÖ 45.000’lerden itibaren kesintisiz denilebilecek insan yerleşimlerinin devamlılığı söz konusudur.
– Yenisey-Lena halklarının belli bir kesiminin MÖ 12.000’lerden önce bu bölgeden çıktığını düşündüğümün üç ana yöne uzun mesafe göçlerine tanık oluyoruz. Batı, Doğu ve Güneye yönelen göç dalgaları, Arkaik Yenisey-lena halklarının MÖ 12.000’lerden önce başlayan ve aralıklarla hiç durmadan Orta Çağlara kadar devam eden uzun yürüyüşlerinin hikayedir.
– Batıya doğru yürüyenleri Altaylar ile Anadolu-Mezopotamya arasında, Hazar’ın güneyi ve kuzeyi olarak iki yönde seyahat ettiler.
  a. Hazar denizinin güneyinden geçenler Sümer, Mari, Elam gibi üç ana kültürün temelini oluşturacak olan gruplardır.
  b. Hazar’ın kuzeyine uzanana bozkır kuşağı hattı üzerinde yapılan göçerler Hatti ve Hurri halklarının ataları idi ve muhtemelen bu kuzey hattını kullandılar Anadolu’ya ve oradan Kuzey Suriye’ye geçişleri Kafkasya üzerinden idi.
– Tarih, zorbalıktan başka bir şeyden anlamayan, at üstünde ok fırlatıp yerleşme yerlerindeki hazır besini, malı-mülkü yağmalamak dışında mahareti olmayan barbar göçebe hareketlerinin sonuçlarını kaydetmiştir. Oysa biz, gittiği yere kendisiyle birlikte dilini, kültürünü, göz kamaştırıcı sanatını götüren, yerleştiği topraklarda kök salan, kökleri Yenisey-Lena’da Neolitik Çağlara kadar giden baskın bir hareketten bahsediyoruz. Koskoca bir kıtaya bu şekilde yayılmanın kalıcılığının, bu ‘inanılmaz varoluş hikâyesi’nin arka planına bakıyoruz.
– Erken Orta Çağlarda Çin Merkezi Ovaları’ndan Avrupa sınırlarına dayanan bu kültür yayılmasının ‘mantıklı’ bir açıklaması olmalıydı. Ama diğer taraftan tarih, silahının ucunda önünde dünyaları açmışken çıktığı bozkıra gerisin geri dönen, giderek yalnızlaşan ulusların ibretlik hikâyelerini de kaydetmiştir. Hiç kuşku yok ki etnik ve arkeolojik kültürü bu kadar geniş coğrafyalarda yüzlerce yıl var eden, kalıcı ve baskın kılan temel itici güç ne vahşi barbarlık ne de silah zoru idi. Güç dildi. O dil Türkçe idi. O dilin temelleri üzerinde yükseltilen de bizim tanımlamamızla ‘Türk-Altay’ kültüründen başka bir şey değildi.
– Hiç kuşku yok ki etnik ve arkeolojik kültürü bu kadar geniş coğrafyalarda yüzlerce yıl var eden, kalıcı ve baskın kılan temel itici güç ne vahşi barbarlık ne de silah zoru idi. Güç dildi. O dil Türkçe idi.
Türkçe konuşan halkların ana vatanı hiç şüphe yok ki Kuzey Asya’dır. Bir yandan Lena, Yenisey, Angara nehirleri ile Baykal gölünün çevirdiği topraklarda, diğer yandan Sayan-Altay’ın mikro klima hayat alanlarında Türkçe kökenli dilleri konuşan halkların Neolitik Çağdan Orta Çağlara uzanan kesintisiz kültürel gelişimlerini, bu inanılmaz varoluşu izliyoruz.
SONUÇ OLARAK
Türk budunu Orta Asya coğrafyasında doğdu, tarımı geliştirdi, hayvancılığı yarattı, şehirler kurdu… ve daha sayılamayacak birçok gelişime imza attı. Burada gelişen uygarlık, “Ön Türk” olarak isimlendirebileceğimiz topluluklar vasıtası ile MÖ 12.000’lerde başlayan kitlesel yer değiştirmeler yani göçler yolu ile dünyaya yayılmaya başladı.
İşte bu yayılış sırasında bir kol, Hazar Denizi’nin güneyinden Zağros ve Toros dağlarını aşarak Anadolu’ya geldi ve teknolojisi, matematik, fizik, astroloji, inşaat, sanat, toplumsal organizasyon yetkinlikleri ve yetenekleri ile Bereketli Hilal adını verdiğimiz bölgedeki kültürü oluşturdu.
Dolayısı ile, Göbekli Tepe’nin, Orta Asya’da var olmuş ve gelişmiş Türk uygarlığının izlerini taşıyan bir kült merkezi olması son derece olasıdır.
Bununla ilgili karşılaştırmalı bilgileri “Her Yönü ile Göbekli Tepe” adlı kitabımda bulabilirsiniz. Kitabımda yer alan bilgilere sadece bir örnek olarak; bu yazının en üst bölümünde bulunan, Göbekli Tepe’de ele geçen bir taş tabletin üzerinde yer alan Türk Tamgaları‘nı verebilirim.

Bu konuya yeri geldiğince devam edeceğiz.
Esen kalın!