GÖBEKLİ TEPE’YE GİDEN YOL-26: İNANÇ I

Bu yazı dizisinde bizi yolun sonuna götürecek ana unsur olan “insan”ı açıklamaya ve anlamaya çalışırken, onun bu süreç içinde ortaya çıkan belirleyici özelliklerini ve sonra da bunların ne şekle dönüştüğünü ele almamız konunun gereğidir ve bu kapsamda şimdiye kadar birçok konuyu anlatmaya, anlamaya çalıştık.
Bu bölümde de söz konusu süreçte yer alan bir başka olguyu, “inanç”ı; kavramlarını, temellerini, ortaya çıkışını inceleyerek ve bu incelemeye ölü gömme uygulamalarını da dahil ederek yolumuza yeni bir taş döşemeye çalışacağım.
GİRİŞ:
*
Türk Dil Kurumu’nun online sözlüğünde din, Tanrı’ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum olarak tanımlanmaktadır.

* İnanç ise bir düşünceye gönülden bağlı bulunma; inanılan şey, görüş, öğreti; birine duyulan güven, inanma duygusu; Tanrı’ya, bir dine inanma şeklinde açıklanmaktadır.
Dolayısı ile “din” dediğimiz olgunun içinde “inanç” olmakla birlikte, her inanç din değildir. Çünkü din toplumsal bir olgudur ve aynı zamanda içinde “tapınma” veya “dinsel tören” uygulamalarını barındırmaktadır.
Buradan hareketle TDK sözlüğündeki din tanımın bir kısmına katılmayarak şunu söylemek isterim ki, doğaüstü güçlere ve birtakım varlıklara olan inanç -ilk tasarım hali- ile din sayılamaz. Ayrıca inanç bireyseldir.
* Ancak bazı bilim insanları tarafından “ilkel din” şeklinde tanımlanan din öncesi inanç olgusu, dinin açıklamasını kolaylaştıracak ögeleri de kapsamaktadır.

İNANÇ VE ORTAYA ÇIKIŞI:
Başlangıçta doğa olaylarının birbiriyle bağlantılarını ve bunların kendi yaşamı üzerindeki etkilerini anlayamaya çalışan insan zaman içinde insan kendisini doğa karşısında güçsüz hissetmiş ve doğa kanunları karşısındaki bilgisizliği onu, kendi kavrayışı dışında imgesel güçlerin doğa olaylarını yönettiğini düşünmeye itmiştir. 
Bunun sonucu olarak da (ortaya çıkış sıralarını, dönüşümlerini ve sınırlarını kesin olarak belirlemek mümkün olmayan) animizm ve totemizm ortaya çıkmıştır.
İnsan, ruh kavramını geliştirdikten sonra doğadaki canlı ve cansız her türlü varlığa bir ruh vermiş, daha sonra bunları iyi ve kötü olarak ayırmış, geliştirdiği ritüeller ve kasıtlı defin uygulamaları ile iyilerden yararlanmaya, kötülerden sakınmaya çalışmıştır.

İnançsal tasarımlar, toplum tarafından ortak olarak benimsenen gerçekleri bir anlatıma kavuşturan ortak tasarımlardır. Bu tasarımlar tapınma törenleri, toplum içinde ortaya çıkabilen ve belli bazı zihinsel durumları uyandırmaya, sürdürmeye veya yinelemeye yarayan hareket biçimleridir. Dolayısı ile birey bazında var olan inanç, toplum bazında ortak bir tasarıma dönüşmektedir. Çünkü toplum bazında birçok değişik zihin bir araya gelmekte, düşünce ve duygular karışmakta ve birbirine geçmekte, sonuçta da bireyinkinden son derece daha zengin ve karmaşık çok özel bir düşünsel etkinlik yoğun şekilde ortaya çıkmaktadır. Birey düşünürken de eylemde bulunurken de topluma katıldığı ölçüde kendini aşmaktadır.
Doğaüstü kavramı:
İnancın tanımını veya onunla ilgili bir anlatımı yapmak, “doğaüstü” kavramını kullanmadan mümkün olmaz.

Doğaüstü; bilinmeyen, anlaşılamayan, anlamlandırılamayan, korkulan ve bunlarda dolayı da sığınılan, yardım istenen, üstün görülen her türlü canlı ve cansız varlığın toplamıdır.  Ancak inancın ilk ortaya çıkışında, bu tanımın içine “gizem” girmez. Gizem kavramı dinler tarihinde çok geç ortaya çıkmıştır.
Doğaüstü düşüncesine sahip olmak için beklenmedik olaylara tanık olmak yeterli değildir, ayrıca bu olayların olanaksız olduğu ve doğal düzen ile bağdaşmadığı şeklinde de algılanması gerekir.
Ancak bunların inancın başlangıç aşamasında var olması mümkün değildir. Çünkü inanca ait kavramlar, olağanüstü şey ve öngörülemez şey kavramları ile örtüşmekten çok uzaktır. Bunlar başlangıçtaki düzensizlikleri ve bozuklukları açıklamak için tasarlanmış ve sonradan doğadaki düzensizlikleri açıklamak için kullanılmaya başlanmıştır.

Yani inancın ilk aşamalarında insan düşüncesinde var olan ve bizim bugün için “doğaüstü” olarak tanımladığımız olgular, o zamanın insanı için “doğal” şeylerdir.
Ruh kavramı:
*Ruh düşüncesinin (doğası, kökenleri ve işlevleri açısından) temelde inançsal bir şey olduğundan kuşku yoktur.
İlk insanlarda ruh, kimi ilişkilerinde, hareket ettirdiği bedenden bağımsız olmakla birlikte, yine de bir ölçüde, o bedenden kesin biçimde ayrılmayacak ölçüde onunla karışmış biçimde  bulunur.
Ruh düşüncesini insanda ancak “düş deneyimi” uyandırmış olabilir. Bedeni toprağın üstünde yatarken, nasıl olup da uykusunda az ya da çok uzaktaki yerleri görebildiğini anlaması için, kendisinin iki ayrı varlıktan oluştuğunu düşünmüş olması gerekir. Yani ruh kavramı insana biri uyanıkken, öteki uyku sırasında olağan bir biçimde sürdürdüğü çifte yaşamı iyi anlayamamasından dolayı gelişmiştir.
Ayrıca insanın rüyasında ölmüş olan akrabalarının/tanıdıklarının canlı suretlerini görmesi ise kendi dışındaki ruhları var olduğunu düşünmesine yol açmıştır.
Bu nedenle o zamanın insanına göre ölüm, uzun bir baygınlıktan ya da uzun bir uykudan farklı bir şey değildir. Dolayısı ile ölüm de her gece ruhun bedenden ayrılması gibi bir şey olmalıdır.

Ancak rüyada görülen diğer kişilerin ölmüş olduğu da bir gerçektir ve onların bedenleri artık hareket etmemektedir. O halde bu kişilerin ruhları özgür şekilde dolaşmakta ve kendisine ulaşabilmektedir. O halde bu ruhu korumak, ona saygı göstermek, onu hoşnut tutmak gerekir. Bundan dolayı insanın ilk tapınması ölülere yani ataların ruhlarına yönelik olarak yapılmıştır. Bunu Atalar Kültü olarak adlandırmak mümkündür.
Animizm (Canlıcılık, Ruhçuluk):
Animizm kısaca; ölenlerin ebediyen dünyadan ayrılmadıkları, bunların ruhlarının cenazenin çevresinde, ağaçlarda, bitkilerde ve giderek tüm doğada dolaştığı ve böylece tüm doğanın canlı olarak algılanmasıdır.
Psikolojik olaylarda olduğu gibi hayatla ilgili olayları da bir ruhun yönettiğine inanan sistemdir.

Animizmde, ruhlar insanlar arasına karışarak ya onlara şans verir ya da hasta eder. Bu yüzden ölü ruhlarını yatıştırmak için onlara adaklar adamak, kurbanlar kesmek, ölmüş atalarının mezarlarına sunularda bulunmak gerekir.
Animizme göre; ruhlar, öbür dünyada da bu dünyanın benzeri bir hayat sürdüğünden ölünün öbür dünyada başkalarına muhtaç kalmamasını sağlamak gerekir.
İlkeller eşyaları da insanlar gibi canlı saydıkları için bunların ölmelerini sağlamak için mezara gömer, yakar veya kırarlar. Böylece ölü, öteki dünyaya birlikte götürdüğü eşyalarla rahat eder.
Ölülerin gömüldüğü ve mistik bir alemde kendilerine barınak edindiği, ölüler dünyasına açılan kapı niteliğindeki mezarın ortaya çıkışı ise oldukça eski zamanlara kadar gitmektedir.

Antropolojik ve arkeolojik kanıtlar arkaik avcı-toplayıcıların animist olduklarına işaret etmektedir ve onlar, insanları hayvanlardan ayıran hiçbir temel fark olmadığına inanmışlardır. Yaşadıkları vadiyi çevreleyen sıradağlar bölgenin tüm sakinlerine aittir ve herkes ortak kurallara uymak zorundadır.
Totemizm (Totemcilik):
Totemizm kısaca; insanla hayvan ya da bitki gibi doğal nesneler arasında bir akrabalık ilişkisi ya da gizemli bir bağ bulunduğu inancına dayanan düşünce ve davranış sistemidir.
Genel olarak, totem hayvan ya da bitkiyle topluluk üyesi arasında bir akrabalık ilişkisi kurulur. Bu ilişki mitolojiyle de desteklenerek kuşaktan kuşağa aktarılır. Böylece bitki ve hayvana aktarılan kutsallık sayesinde, doğa, kutsal ve kutsal olmayan olarak ikiye ayrılır.

Kutsal olan kutsal olmayan ayrımı, totem-hayvan ya da totem-bitkinin rastgele tüketilmesinde de kendini gösterir. Bunlar ancak dinsel törenlerde tüketilebilir, bunun dışında, totem-hayvan ya da totem-bitkiye dokunulmaz.
Ata ruhlarının bu bitkilerde yaşadığı inancı aynı zamanda bu bitkilerin törenle tüketilmesi durumunda insanların üstün güç elde edeceği inancını da beraberinde getirir.

İtalya’da Cadılar Mağarası’nda (orijinal ismi Cave of Basura’dır. Basura Lingurya dilinde “cadı” anlamına gelmektedir), girişten 450 metre kadar içeride ve tabi zifiri karanlıkta bulunan, kabaca bir “ayı”yı andıran doğal bir oluşma, neandertaller’in çamur topları attıkları ve böylece o (sanal) ayıyı sembolik olarak vurdukları, başka bir deyişle avladıkları anlaşılmaktadır.
– Bir görüşe göre; av büyüsü olması gereken bu olay, kuşkusuz totemsel bir inancın sonucudur ve mağaradaki doğal bir oluşumla ilgili bu zoomorfik durum, büyük bir olasılıkla, aynı temel amaca yönelik olan Üst Paleolitik Çağ’ın ünlü mağara kabartma ve duvar resimlerinin fikir öncüsü kabul edilebilir.
Cave of Basura’da bulunan ve paleolitik dönem insanının ayıya benzettiği doğal oluşum
Ancak ben konuya farklı bir açıdan da bakılabileceğini düşünüyorum. Yukarıda belirttiğim şekilde, insanın ruh kavramına sahip olmasının ana nedeni olarak rüyayı gördüğümüze göre, Üst Paleolitik Çağ’da Avrupa’da görülen ayı kafatası kültü de aynı mantıktan kaynaklanmış olabilir.

Yani tarih öncesi insan, kış uykusuna yatan ayının öldüğünü sanıp, daha sonra baharda uyanan ayının yeniden canlandığını düşünerek ve bunu ruh kavramı ile birleştirerek “öteki dünya” inancını geliştirmiş olamaz mı?
Dolayısı ile “ayıya verilen bu önem, ona, yeniden canlanması nedeniyle atfedilen değer veya kutsallıktan kaynaklanıyor” diyemez miyiz?

(Devam edeceğiz)